[22 Temmuz 2005 tarihli Radikal gazetesinde yayınlandı.]
Eski Başbakan Bülent Ecevit’in “Vahdettin hain değildi” demesiyle birlikte ilginç bir tartışma başladı. Bazı tarihçiler Ecevit’i haklı bulduklarını açıklarken, diğerleri onu Atatürk’ü tekzip etmekle suçladılar; çünkü Atatürk ‘Nutuk’ta son Osmanlı Padişahı Vahdettin’den ‘alçakça önlemler’ alan bir ’soysuz’ diye söz etmişti.
Vahdettin’in nasıl bir insan olduğu önemli bir tartışma sayılabilir. Ancak meseleyi çok daha önemli hale getiren, tartışmanın Türkiye’deki ‘Atatürkçülük algısı’ hakkında ortaya çıkardıkları. Ortaya çıkan şu: Bazı kanaat önderleri, Atatürk’e saygı göstermenin, onun her yaptığının ve söylediğinin mutlak doğru olduğuna da inanmayı gerektirdiğini varsayıyor. Bu inanca sahip olmamayı ise, ‘ihanet’ addediyor.
Eski Trabzon Milletvekili Rahmi Kumaş’ın basına yansıyan sözleri -ki buna benzer yorumlar pek çok gazete köşesinde de yapıldı- tam da bu yaklaşımın ifadesi. Şöyle demiş sayın Kumaş:
“Ecevit, Mustafa Kemal’e karşı çıkma modasına katıldı… Böyle bir ortamda bunu dile getirmek Atatürkçülüğe de ihanettir. Asıl hain Ecevit’tir.”
Sayın Kumaş’a göre ‘böyle bir ortamda’ yani muhtemelen ‘birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan zamanda’ eski Başbakan Bülent Ecevit’in çıkıp da Atatürk’ten farklı bir perspektif dile getirmesi, ihanet…
Geçmişte yaşamayalım
İlginçtir ki ‘birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan zaman’ 80 küsur yıldır hiç kesilmeden devam ediyor… Daha da devam edecek gibi. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel çıkan Vahdettin tartışması üzerine şunları söylemiş: “Daha en az 100 yıl bu büyük Atatürk referansına ihtiyacımız var. Onu sarsmamak lazım.” Aslında sayın Süleyman Demirel haklı. Gerçekten de Atatürk Türkiye için bir referans ve öyle de kalmalı. Ama şunu düşünmek lazım: Atatürk’ü tartışılmaz bir tabu olarak korumaya çalışmak, bu ‘referans’a yarar mı yoksa zarar mı getirir?
Bugüne kadar hep ‘tabu’ yöntemini seçtik. Cumhuriyet onyıllardır yıldır çocuklarına her sabah ‘Ey bugünümüzü sağlayan Ulu Atatürk’ diye yemin ettirdi; onu asla şaşmaz ve yanılmaz bir ‘Büyük Serdümen’ gibi tasvir etti. Bu ve buna benzer telkinler, geçmişin dünyasında ‘referans’ı iyice pekiştirmek için gerekli ve yeterliydi belki de.
Cin şişeden çıktı
Ama Türkiye artık eski Türkiye değil. Toplum hızla açılıyor, çoğulculaşıyor, renkleniyor. Türk insanı dünü ve bugünü artık çok çeşitli kaynaklardan okuyor, araştırıyor. Dış dünyayı eskisinden çok daha iyi tanıyor ve oraya bakıp kendisini sorguluyor. Sözgelimi bizdeki gibi ulusal bayram törenlerinin eski Doğu Bloku’nun karakteristik özelliği olduğunu, günümüzde ise artık sadece Kuzey Kore’de düzenlediğini görüyor. ‘Milli Şef’le yönetilen, ‘kadir-i mutlak devlet’ anlayışına sahip bir rejime ne ad verileceğini, uluslararası siyaset literatüründen öğreniyor. Kısacası artık cin şişeden çıkmış durumda. İnsanlara ‘öyle ince eleyip sık dokumayın, ne diyorsak inanın işte’ di-yemezsiniz. Dolayısıyla Cumhuriyet’in referans’ını, onu tabu olarak korumak suretiyle ayakta tutamazsınız. Eğer ‘Öyle yaparsanız, ‘resmi söylem’i tekrar eder durursunuz ama giderek daha fazla vatandaşınızın yüzünde alaycı tebessümler görürsünüz.
Çözüm, referans’ın çıtasını gerçeküstü bir düzeyde tutmak yerine, gerçekler dünyasına indirmek. Atatürk’ü, tarih ve insan üstü bir Ulu Varlık olarak tutmak yerine, objektif bir gözle anlamaya çalışmak. Onun Kurtuluş Savaşı’nı yönetip ardından da Türkiye Cumhuriyeti’ni kurup 15 yıl başarıyla yönetmiş olması, zaten olağanüstü büyük bir başarı. Bu başarının yanında eğer hataları da var ise, bunları da oturup konuşabilmemiz gerekiyor.
Peygamberlerde Hata Yapıyor
‘Atatürk’ün hataları’ gibi bir kavram şaşırtıcı geliyor, değil mi? Aslında bunun bu kadar şaşırtıcı olması şaşırtmalı bizi. Tevrat ve Kuran gibi kutsal kitaplar bile, peygamberlerin bile hatalarından söz ediyor. İlahi dinlerin peygamberlere dahi vermediği bir ‘yanılmazlık’ payesini bizim ilk cumhurbaşkanımıza vermiş olmamız, garip değil mi?
Hıristiyanlar ve Hz. İsa
Peygamberlerden söz etmişten, ‘tarihsel İsa’ tezine de değinelim. Konuyla uzaktan da olsa bir benzerliği var çünkü…
Bilindiği gibi Hıristiyanlığın Hz. İsa’ya atfettiği bir ‘Tanrı’nın Oğlu’ kavramı var. Buna göre Hz. İsa tüm evrenden önce var olan insan-üstü bir varlık.
19. yüzyıldan beri ise, Batılı tarihçiler, Hıristiyanlık’ın bu ‘resmi’ görüşünü bir kenara bırakıp, ‘tarihsel İsa’yı tanımaya çalışıyorlar. Yani o dönemin kaynaklarına objektif bir gözle bakıp, bu kaynaklar ne gösteriyorsa ona göre bir İsa portresi çizmeye uğraşıyorlar. Ve bu portrede, ‘tarihsel İsa’, kendisinin peygamber ve Mesih olduğunu ilan etmiş ama insan-üstü olmayan bilge bir İsrailoğlu olarak ortaya çıkıyor.
Atatürk hakkında da aynı bunun gibi iki ayrı portre var. Bir ‘Ulu Atatürk’, bir de ‘tarihsel Atatürk’. ‘Ulu Atatürk’ gerçekten insan-üstü bir varlık; karanlıklar içindeki ulusunun üzerine bir güneş gibi doğmuş, denizlerden mavi gözleriyle her şeyi görüp kuşatmış, Kurtuluş Savaşı’na başka herkes hıyanet veya gaflet içinde iken tek başına önderlik etmiş, sonra mutlak doğru ilkeler üzerine sonsuza dek yaşayacak bir devlet kurmuş, tüm Türkler ve hatta Türkiye’deki farklı işkolları için ilelebed geçerli olacak nasları belirlemiş, uğruna “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya yeter” diye dizeler okunmuş bir şaşmaz-yanılmaz kurtarıcı…
Atatürk’ün zaafları da vardı
‘Tarihsel Atatürk’ ise bir Osmanlı paşası ve aydını. Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden, ama bunun şerefini diğer pek çok ’silah arkadaşı’ ile -örneğin Milli Mücadele’ye kendisinden bir adım önce başlayan Kazım Karabekir ile- paylaşan bir komutan. Ülkesini ve milletini çok sevmiş, onları iyiliği için doğru bildiklerini yapmış, ama bunları yaparken kaçınılmaz olarak içinde bulunduğu devrin düşünce kalıplarından (sözgelimi pozitivizmden ve otoriter devlet anlayışından) olumlu/olumsuz etkilenmiş bir lider. Büyük dehası, cesareti, yetenekleri yanında zaafları da olan, nitekim içkiye yenik düşerek hayata gözlerimi yummuş bir insanoğlu…
Tarihsel veriler tartışılmalı
Vahdettin üzerinden yürüyen tartışmada aslında bu iki Atatürk anlayışı çarpışıyor.
Ulu Atatürk’e inananlar, onun her sözünün mutlak doğru olduğuna baştan karar verdikleri için, Vahdettin’e yönelttiği “hain” suçlamasını da, tarinsel verileri dikkate almadan ve kesinlikle tartışmaya gerek duymaksızın, sahipleniyorlar. Tarihsel Atatürk’ü arayanlar ise, onun sonuçta bir siyasetçi olduğunu, her devrimci siyasetçinin ‘devr-i sabık’ yaratmak isteyeceğini, bunu büyük olasılıkla iyi niyetle yaptığını, ama sonuçta yakın tarihimize ‘Atatürk perspektifi’ dışında bir bakış açısıyla da bakmak gerektiğini düşünüyorlar.
Tarihsel Atatürk’ü keşfedebilmek Türkiye için çok ama çok gerekli. Sadece doğru tarih bilgisi edinmek için değil, aynı zamanda tam anlamıyla demokratikleşebilmek için de gerekli. Çünkü Türkiye’de daha fazla demokrasi için gereken ne varsa, bunlara ‘Ulu Atatürk’ referansıyla karşı çıkılıyor. Dini azınlıkların ve dini çoğunluğun özgürlüklerinin genişletilmesi, Kürt kimliğinin özgürce ifade edilebilmesi, Kıbrıs’ta çözümün hedeflenmesi ya da Avrupa Birliği’ne girmek için ‘ulusal egemenlikten ödün’ verilmesi… Tüm bunlara ‘Atatürk devrinde böyle değildi’ diye itiraz ediliyor.
Eğer tarihsel Atatürk’ü keşfedebilirsek, diyebileceğiz ki, ‘Atatürk devrinde öyleymiş gerçekten, ama devir değişti…’
Ona olan saygı ve sevgimizi sürdürecek, ama onun hiç bilmediği yeni bir dünya artık kendi ayaklarımız üzerinde durup düşünebilmeyi öğreneceğiz. Buna ‘olgunlaşmak’ deniyor… Ve hiç kimse korkmasın, Türkiye aslında her geçen gün biraz daha olgunlaşıyor…
Mustafa Akyol